• Forum vBulletin altyapısından Xenforo altyapısına geçirildi, bu sebeple eski şifreleriniz ile foruma giriş yapamayacaksınız, parolamı unuttum adımından mailiniz ile şifre sıfırlayarak giriş yapabilirsiniz.

    Üyeliklerinde geçerli bir mail adresi olmadığı için sıfırlama yapamayacak kullanıcılar forum kullanıcı adlarını ve yeni şifrelerini yazarak info@maxigame.org adresine şifre sıfırlamak istediklerine dair bir mail göndersinler şifrelerini sıfırlayıp mail adreslerini güncelleyeceğiz. Şifreniz sıfırlandıktan sonra foruma giriş yapıp tekrar istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz.

İstanbul Kıyamet Vakti - Tarihçe & Hikayeler

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan IMLEGEND
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

IMLEGEND

Aileden
Aktiflik
K.Tarihi
23 Nis 2009
Mesajlar
9,353
Puanı
152
Konum
Damn Of Hell
2upqlpz.jpg


maxicon1.png


Beyaz Köşk ve Mansur Bey Dönemi (1957-1963)


1957 yılında meteor felaketinin ardından şehre gelen yabancılardan biri olan Kuklacı, Eminönü'nün limanlarında bir takım kukla ve küçük büyü gösterileri yapıyor, halkı etkileyerek para kazanıyordu. Daima maskeli olan yüzü ve insanları şaşırtan numaralarıyla eğlenceli ve heyecan verici, aynı zamanda da ürkütücü bir kişilikti. İstanbul'da felaketten kurtulan az sayıda sanatkardan biri olan ressam Mansur Bey hatırı sayılır bir servete sahipti. Servetini İstanbul'un yaratıklarla mücadelesi için idareli bir şekilde kullanıyordu. Mansur Bey'in aynı zamanda İstanbul içinde önemli bazı çevreler üzerinde nüfuzu vardı. Sözü dinlenen bir kişilikti. Verdiği mücadelelerde genellikle kendi geliştirdiği çözümleri uygular, başkalarının bulduğu çıkış noktaları üzerine para ve emek harcamak istemezdi.

Bu trajedinin ortasında, insanların moralini düzeltmek için küçük eğlencelere de ihtiyaç olduğunu savunduğundan, arada sırada fasıllar ve mini gösteriler organize ederdi kendi beyaz renkli köşkünde. Bu eğlencelerden birinde, şehirde büyü gösterileri yaptığını duyduğu Kuklacı'yı da çağırttırdı ve gösterisini ilgiyle izledi. O sıralarda artık sokaklarda sıklıkla rastlanılabilen büyü ve yarattığı gizem zihnini meşgul ediyordu. Gösterinin ardından Kuklacı'yı bir müddet alıkoydu, onun çok daha heyecan verici bazı numaraları olduğundan neredeyse emindi. O gün ve daha sonraki günler Kuklacı ile daha çok büyü içerikli uzun sohbetler yaptı.

Bu beklenmedik alaka ve sohbetler üzerine Kuklacı da bir arayış içine girdi ve bir süre sonra insan hücreleri ve bir kısım muhteviyatı zengin materyal ve çeşitli uygulamalar eşliğinde o sıralarda Eminönü'nde bolca bulunan farelerden güçlü ve dayanıklı bir ırk yapılabileceğini ve bu ırkın yaratıklara karşı savaşta kullanılabilecek sadık birer hizmetkar haline getirilebileceğinden bahsetti ona. Mansur Bey bu büyü için büyük bir maddi destek ve insan gücü ortaya koydu. Mansur Bey'e göre her şeyin kesin bir sona gittiği aşikardı ve yapılması gerekenin hakkında yapılacak ahlaki bir takım tartışmalar bu sonu hızlandırmaktan başka hiç bir şeye yaramayacaktı. Bu yüzden bu büyünün halk üzerinde yol açacağı tepkileri geciktirmek için bu işleri mümkün olduğunca gizli yürüttü. Bir yıl süren bir çalışma ve bir sürü başarısız deneyin sonunda kuklacı, Mansur Bey'in de fikirsel ve çizimsel yardımlarıyla ilk fare-insan karışımı yaratığı ortaya çıkardı. Mansur Bey bu yaratığın, gücüne, bağlılığına ve azmine hayran kaldı. Yaratığın en büyük özelliği ise üreyebilmesiydi.

Bu başarının sonrasında Mansur Bey, Kuklacı'nın desteği ile bir süredir dedikodusu yapılan, Beyaz Köşk organizasyonunu resmen kurdu. Fare-adam adı verilen bu esrarengiz yaratık gizli kapılar arkasında, şehrin bazı önemli kişilerine tanıtıldı. İlginç bir ikna kabiliyeti olan Kuklacı, Mansur Bey'in açık desteği ile şehir üzerinde bir çok kurumda söz sahibi olmaya başladı. 2 sene içerisinde fare adamlar da önceleri gizli olarak bir süre sonra ise açık açık halka hizmet etmeye başladılar ve saklı türlere karşı savaşta başarı göstermeye başladılar. İlk zamanlar yadırganan bu tür, zaman içerisinde halkın çoğu tarafından da sevildi.

Gene bu iki sene içerisinde Beyaz Köşk'ün eski toplantılarına katılan bir çok kişi de organizasyona dahil oldu. İçlerinden Mansur Bey'in kuzeni Azat Bey, Mustafa bey ve Gaffar Bey gibi zekası oldukça keskin olan bazıları Kuklacı'dan büyü dersleri aldılar. Ve onun yardımcıları oldular. 1960-1962 döneminde Beyaz Köşk otoritesini iyiden iyiye sağlamlaştırdı..

Tabii Beyaz Köşk'ün yükselişine olumlu yaklaşanlar olduğu gibi, bu organizasyonu tehlikeli bulan, faydasız olduğuna inananlar da vardı. Ve tabii Beyaz Köşk'ü çekemeyenler de. Aydın Bey de, şehir üzerindeki nüfuzunu git gide Beyaz Köşk'e kaptıran, zamanının güçlü kişilerinden biri idi. Onun önderliğinde birleşen bir grup zengin ve güçlü kişiler, Beyaz Köşk'e cephe aldılar ve yasal olarak Beyaz Köşk'ün kapatılması yönünde lobi yaptılar. O zamanlar şehri yöneten geçici valilerden Osman Hamdi Bey yönetiminde, şehir meclisinin toplantılarının yapıldığı Büyük Postane koridorlarında hararetli tartışmalar yankılandı. Bu meclisin üyelerinden biri olan, aynı zamanda Beyaz Köşk'ün yöneticisi Mansur Bey ve arkadaşları bütün bu lobi hareketine karşı var gücüyle savaştılar. Mansur Bey'in son konuşması, salonda büyük bir alkış tufanı kopmasına neden olmasına rağmen 1963 yılının soğuk bir kış gününde alınan Beyaz Köşk'ün yasal olarak kapatılması kararına engel olamadı. Ardından jandarma beyaz köşkü ve kurumlarını kapatmak için harekete geçti.

Ancak Kuklacı'nın bir önerisi vardı. Ona göre Beyaz Köşk'ün kapatılması, İstanbul'un tarihten silinmesi için atılmış büyük bir adımdan başka bir şey olmayacaktı. Kuklacı, Mansur Bey'e yaptığı öneride jandarmayı durdurabilecek kadar büyük bir Fare-adam kadrolaşması yarattıklarını ve bu fare-adamlarla kararın uygulanmasını engellemeyi ve kısa süreli bir sıkı-yönetim kurmayı teklif etti. Meclisin aldığı karardan dolayı büyük bir öfke ve yeis içerisinde olan Mansur Bey artık güvendiği bir dostu haline gelen bu maskeli zat'ın önerisini kabul etti. Kuklacı, Azat Bey ve Gaffar Bey'le birlikte Beyaz Köşk'ü bir isyan için örgütledi. Karşı çıkanları hapse attırdı. Kısa bir süre sonra şehrin sokaklarında fare-adamlar, Beyaz Köşk mensupları, jandarma ve bir kısım halkın dahil olduğu büyük çatışmalar çıktı. Bu çatışmalarda bir çok kişi öldü.

Zafer Kuklacı ve Beyaz Köşk'ün oldu. Beyaz Köşk açık olarak Eminönü'nde verdiği ilk savaşta boyun eğmediğini gösterdi. Halktan da bu olaya karşı tepki gösterenler Beyaz Köşk tarafından hapse atılmak sureti ile cezalandırıldılar. Beyaz Köşk şehir yönetimine el koymadıysa da, yönetimin artık beyaz köşk üzerinde hiç bir otoritesi kalmamıştı. Kuklacı kendi menfaatlerinin gerektirdiği şekilde bazı kurumların kapatılmasını talep etti. Bu talebi yerine getirildi. Aynı zamanda Aydın Bey ve etrafındaki Beyaz Köşk karşıtı kişilerin, Eminönü'nden sürülmesi talebi de yerine getirildi. Kısa bir süre sonra Aydın Bey ve beraberindeki bazı kişilerin ölüm haberi Eminönü'ne ulaştı.

Bütün bu kıyım ve ölüme, olayların aldığı boyutlara şaşkınlık içerisinde tanık olan Mansur Bey, kendi içine kapandı. 1963 yılından itibaren Beyaz Köşk'ü artık tamamen Kuklacı yönetiyordu. 1 sene sonra soğuk bir kış akşamında Mansur Bey'in köşkün çatı katındaki çalışma masasında yanmakta olan daimi ışığının yavaş yavaş karardığı görüldü. Ertesi gün Mansur Bey'in sandalyesi devrilmişti. Naaşı Eminönü merkez mezarlığında toprağa verildi. Kuklacı bir kaç hafta boyunca ne bir emir verdi, ne bir söz söyledi.

maxicon1.png


Beyaz Köşk ve Kuklacı Dönemi (1963-1967)


Mansur Bey'in her şeyden elini ayağını çekmesini takiben Kuklacı Beyaz Köşk'ü yönetmeye başlamıştı. Mansur Bey'in ölümünün ardından, Kuklacı'nın yönetimi resmiyet kazandı. Beyaz Köşk'ün İstanbul üzerindeki otoritesi kendiliğinden sağlamlaşıyordu. Azat Bey , Gaffar bey ve beraberlerindeki Beyaz büyücüler, halk arasında korkulan ve hürmet edilen kişilikler olmuşlardı. Kuklacı, sık sık Azat Bey'in heyecanlı kişiliği tarafından hazırlanan hızlı eylem planlarını olumsuz yanıtlıyordu. Azat Bey özellikle meclisin ve bazı kurumların yararsızlığının sırtlarına bir kambur teşkil ettiğinden yakınıyordu. Kuklacı için ise edinilen bağımsızlık yeterli gibiydi. Uzun uzun, köşkün resim atölyesinde oturuyor ve düşünüyordu. Fazla konuşmuyor, ancak emirlerini kesin bir şekilde ifade ediyordu. Büyüye hemen hemen hiç başvurmuyordu ancak büyünün gizemlerini öğrettiği diğerleri, onda saklı olan potansiyelin son derece farkında idiler. Kuklacı, fare adamların büyü ile ortaya çıkarılmasına ilişkin Mansur Bey'le hazırladığı bütün planları da hala gizli bir yerde koruyordu. Uzun zamandır büyü yoluyla fare adam üretilmemişti. Fare adamlar da zaten kendi aralarında hızla üreyebiliyorlardı dolayısıyla buna gerek olmuyordu. Fare adamlarının kuklacıya karşı tam bir sadakatle bağlı olmaları örgüt içinde olası bir isyanı engelliyordu. Her ne kadar Kuklacı'nın her yaptığını tasvip etmiyorlarsa da, Azat ve Gaffar Bey'lerin kuklacıya karşı ayaklanmak düşüncesi akıllarına bile gelmezdi. Diğerleri de zaten böyle bir şeye cesaret edemezlerdi. Kuklacı 3 sene boyunca şehri bu şekilde yönetti. 1967 yılının ılık bir yaz günü o zamanlarda oldukça az görünen güneş'in ışınları köşkün üzerine düştü.

Kuklacı atölyenin perdelerini açtırdı ve saatlerce atölyede oturdu, resimleri inceleri, düşündü. Sonrasında Azat Bey'i çağırttı ve fare adamların tecrübelilerinden 100 kişilik bir kuvvet toplamasını söyledi. Ardından Azat Bey'e kendisinin ayrılma vakti geldiğini, köşkle ilgili artık hiç bir planının kalmadığını söyledi. Toplanan kuvvetle beraber Meteor bölgesinden geçerek batıya doğru hareket etti. Dönüşü fare adamlarca çok beklendi. Belki de hala vardır bekleyen.


maxicon1.png


Beyaz Köşk ve Azat Efendi Dönemi (1967-1974)

Kuklacı'nın ayrılmasını müteakiben şaşkınlık içerisine düşen Azat ve Gaffar Bey'ler önce ne yapacaklarını bilemediler. Ardından köşk üyeleri tarafından Gaffar'dan daha kıdemli olan Azat Bey'in (ki kendisine artık Azat Efendi denilmeye başlanmıştı) yöneticiliğin verilmesi kararı alındı. Azat Efendi döneminin en büyük farklarından biri Beyaz Köşk içinde varolan sadakat devrinin yavaş yavaş kapanmaya başlaması oldu. Fare adamlar yaratıcıları gittiklerinden beri daha az itaatkar olmuşlardı. Bir nevi özgür iradeleriyle karar verir hale geldiler. Beyaz Köşk'e karşı fare adam ayaklanmaları oldu. Güçlü beyaz büyücüler bu ayaklanmaların bir çoğunu bastırdılarsa da, bu baskı beyaz köşkten kopmaları engelleyemedi. 3-4 sene içerisinde köşke bağımlı fare adam sayısı üçte bire düştü.

Bu süre zarfında bilime meraklı bir kişi olan Gaffar Bey, Eminönü'nde kalan az sayıda akademik kişi tarafından kurulan ve İstanbul'un kurtulması için kendilerini bilimsel çalışmalara adayan Genç Bilgililer adlı bir guruba maddi imkan ve çalışacak güvenli bir ortam sağladı. Aynı zamanda Beyaz Büyücülerin en güçlülerinden olan Gaffar, Genç Bilgililerin büyü alanındaki yüksek kültürden de faydalanmalarını sağladı. Beraber bir çok projeler ortaya çıkardılar.

Bu projelerin belki de en çok bilineni "Makine"dir. Yani yaratıkları temizlemek amacıyla, çeşitli iş makinelerinin profilleri kullanılarak yapılan ve büyünün gücü ile çalışan, yok etme yetkisine sahip bir çeşit araç. Bu araçtan 2 adet numune ürettiler ve meteor bölgesinde denemeye açtılar. Prototiplerden biri başarısız olmuştu ancak diğeri 6 ay gibi çok uzun bir süre saklı türlerle mücadele ettiği halde bozulmadı. "Makine" başarılı olmuştu. Üretimi çok zor ve zahmetli olsa da buna değeceğini, Fare adamlarla artık bir yere ulaşılamayacağını anlayan Gaffar Bey Beyaz Köşk'ün mevcudiyetini korumak için bu projeyi var gücü ile desteklemeye devam etti.

Ancak bazı şeyler geri dönülemeyecek noktalara gelmeye başlamıştı. Beyaz Köşk döneminde Meteor bölgesi, Sirkeci Garı çevresinden Galata Köprüsü ve Limanlara kadar olan kısım, hatta kısmen meteor bölgesi, Karaköy ve tünelden Beyoğlu'na kadar uzanan kısımlar güvenli bölgeler haline gelmişti. Ancak fare adamların önemli bir kısmının ayrılmasıyla, Beyaz Köşk, Eminönü için tam güvenlik sağlayacak bir otorite olmaktan uzaklaşmaya başlamıştı. Aynı zamanda Azat Efendi tarafından Beyaz Köşk hakimiyetinin korunmaya çalışması, Büyük Postane merkezli şehir meclisinin kapatılmasına kadar varılan üzücü bir noktaya taşınmıştı ki esas kopma noktası bu oldu. Gerçekte şehir meclisi hiç kapanmadı, düzensiz ve gizli olarak buluşmalar hep devam etti. Fakat Azat Efendi artık diplomasinin dışında kalmıştı.

Sonra işler daha da kötüleşti. Meclis'in gizli faaliyetlerini öğrenen ve geri kalan az sayıda kurumun bağlılığını sağlayamayan Azat Efendi, İstanbul insanı üzerinde tam yönetim sağlamak üzere harekete geçti. Uzun süredir aradığı fare-adam büyüleri üzerine yazılmış dokümanları bir şekilde buldu. Bu büyüleri kullanmak konusunda Gaffar bey ile aralarında büyük bir fikir ayrılığı doğdu. Gaffar Bey fare adam üretimi ve İstanbul üzerinde tam hakimiyet sağlamak konularına temelden karşı idi. Zamanla bu olay, iki büyü ustasının aralarını açtı. Azat Efendi, Gaffar Bey'in karşıtlığına rağmen beyaz büyücülerinin çoğunluğu üzerinde etki sahibi idi. Bu etki belki de Mansur bey'in kuzeni olmasından kaynaklanıyordu kim bilir.

İki sene içerisinde Azat efendi bir çok fare adam üreterek köşkteki fare adam mevcudiyetini iki katına çıkardı.

Bu süre içerisinde Gaffar Bey kendi projelerine devam etti. Ancak Beyaz Köşk'teki ilk fare adam gurubundan yani Gezginler'den biri olan Topuz isimli fare adam (Fare adamlara insanlarla karışmaması açısından isim verilmezdi, sadece lakap takılırdı) aslında dışarıdaki belirsiz bir güç için çalışan bir muhbirdi. Topuz'un verdiği bilgilerle harekete geçen bir grup bilinçli saklı tür, Gaffar Bey'in dışarıda olduğu bir sırada , atölyeye baskın düzenlediler. Atölyenin savunmasını etkisiz hale getiren savaşçı grup, Genç Bilgililer'in bir kısmını katletti. Katliamın ortasında olay mahalline gelen Gaffar Bey'in, o zamana kadar bilinçsiz hiç bir şey yapmamış bu İstanbul beyefendisinin belki de ilk kez olarak ağzından ölüm sözcükleri döküldü. Ve saldırgan yaratıkların büyük bir kısmı cesetleri dahi ortada kalmamacasına katledildi. Etraf bir anda bu öfke karşısında korku içerisinde aklını kaybeden insan ve yaratıklarla doldu. Korkunç bir yanık kokusu etrafı kapladı. Saldırıdan son anda kurtulabilen Topuz'un bir bacağı koptu. Atölyenin büyük bir kısmı yıkıldı. Yeni geliştirilen Makine prototipi de bu öfkeden payını aldı. Bu olayın ardından Gaffar Bey'in çok sevdiği ekibi bile, kendisine karşı uzun bir süre mesafeli davrandılar.

Bu olayın sonucunda, Gaffar Bey, Azat efendi ile vedalaştı ve ekibinden kalanları ve projelerini toplayarak kaybedilmiş topraklara, Çemberlitaş yönünde uzaklaştı. Meteor bölgesinin ardına geçmek, delice bir hareket olmasına rağmen, Azat Efendi, Gaffar Bey'e duyduğu saygıdan dolayı onu durdurmadı. Genç Bilgililer içerisinde Eminönü'nde kalanlar da oldu. Onlar da Beyaz Köşk ile bağlantılarını kopararak dağıldılar.

(1972 - Gaffar beyin vedası)
Azat efendi, 1972 yılından, 1974 yılına kadar, Beyaz Köşk'ün mevcudiyetini sürdürmeye çalıştı. Eminönü üzerinde otoritesini kaybetmemek için, kuvvet kullanımını arttırarak devam etti. Beyaz Köşk'de Azat Efendi'ye bağlı beyaz büyücüler arasında bile kopmalar meydana gelmeye başlamıştı.

maxicon1.png


Beyaz Köşk'ün Sonu ve Yükseliş Cemiyeti Dönemi (1972-1980)
1972 yılında, kurulun planladığı düşünülen, mecliste üzerinde uzun süredir tartışılan, bütün İstanbul'u bir araya getirmek amacıyla kurulması planlanan büyük cemiyet, Yükseliş Cemiyet'i adı altında kuruldu. Cemiyet'in önceliği, Beyaz Köşk denilen, artık kontrolden çıkmış oluşumu ortadan kaldırmak ve Şehir Meclisi'ni tekrar Büyük Postane'deki mekanında faaliyete geçirmek idi. Meclis'te yapılan oylama sonucunda, Yükseliş Cemiyeti'nin başkanlığına Aydemir Bey seçildi. Cemiyetin yönetim kurulu üyeleri ise Nihat, Agah, Ziya ve Mehmet Bey'lerdi.

1973 yılında Yükseliş Cemiyeti, artık oldukça genişlemiş ve cemiyetle ilgili dedikodular, bütün Eminönü'ne yayılmıştı. Azat Efendi beyaz büyücülerden bir istihbarat örgütü kurmuş ve otoritesini reddeden cemiyet üyelerini yakalatma çalışmalarına başlamıştı. 1973 yılı boyunca bir çok cemiyet üyesi yakalandı ve yakalananlar öldürüldüler veya Eminönü'nden, meteor bölgesine sürüldüler. 1973 yılı sonunda yükseliş cemiyeti yeterli kuvveti toplamış hatta, Beyaz Köşk'ün miadını doldurduğunu düşünen bazı beyaz büyücüleri bünyesine katmıştı. Şifa Yurdu, olaylar süresince tarafsızlığını muhafaza etti. 1974 yılı yaz mevsiminde, Yükseliş Cemiyeti'nin büyük ayaklanması başladı. İstanbul tarihinin o zamana kadar gördüğü en kanlı çarpışmalar 1974 ayaklanmasında yaşandı. Çok kuvvetli beyaz büyücüler ve sayıca çok fare adamlara karşı, güçlenmiş yükseliş cemiyeti ve bazı isyankar fare adamların birliği. Sonuçta kaybeden taraf beyaz büyücüler oldu. Köşkün önünde, Azat Efendi ve beyaz büyücüleri yaptıkları son direnişte can verdiler. Ancak bu zafer cemiyet ve Eminönü için de oldukça pahalıya mal oldu.

"O yıldızsız gecede, köşk sokağı gündüz gibi aydınlıktı. Sayıları oldukça azalmış olan beyaz büyücüler, olası tehditlerden haberdar olabilmek için, sokağı büyü ışığıyla doldurmuşlardı. Çok kudretlilerdi. Onlar arasında geçirdiğim yıllar süresince, bunu bu kadar idrak edememişim sanırım. Meğerse her şeyin daha kolay olacağına dair bir yanılgı, zihnimi esir etmiş, teslim olacaklarına dair inancım bu kör yanılgıdan ibaretmiş. Kuklacının talebeleri, sayıca az olmalarına rağmen, haftalardır direniyorlardı. Son direnişleri de elbette görkemli olacaktı.

Ben kimdim? Biz zamanlar onlardan biri. Azat'ın yaptıklarına takati kalmadığından, gizlice izini kaybettirmiş ve cemiyete katılmış. Herkesin öldü bildiği... Sersem! Bir önceki hafta bir köşe başında sıkıştırdılar beni. O gün ölsem, huzura kavuşacaktım, ama korktuğum başıma geldi, beni tanıdılar ve gitmeme izin verdiler. Ve yüzlerindeki o hayal kırıklığı ve hüzün beynime öyle bir kazındı ki. Evet belki onlar Azat'ın yaptırdığı kıyımın aleti olmuşlardı. Ama en azından hain değillerdi. Peki yine, kimdim ben?

Gecenin sonunda, zafer artık cemiyetin olacaktı, bu kesin. Bana ihtiyaç olduğunu düşünmüyordum artık. Bütün gece elimdeki bir şişe şaraptan güç alarak sokağa baktım ve baktım."

Umut Dergisi 1976 - İsimsiz itiraflar.

Bu ayaklanmanın bir önemi de, insanlar ve fare adamların yapıkları son büyük ittifak olmasıdır.

Ardından Yükseliş Cemiyeti İstanbul üzerindeki hakimiyetini ilan etti ve Şehir Meclisi tekrar Büyük Postane'deki mevkiinde faaliyete geçti. 1975 yılı, tam bir toparlanma yılı idi. Bütün tahribat görmüş yerler tamir ediliyor, idari merciler açılıyor, meclis'in yapısı da değişiyor, Mahluklardan korunmak için düzenli birlikler toplanıyor kısacası tam bir yeniden yapılanma sürecine giriliyordu. Aynı sene, kurşundan daha az etkilenen mahluklara karşı, yakın dövüş silahları geliştirilmesine başlandı. İçinde, pala, savaş çekici gibi silahların barındığı ilk parti, Mısır çarşısı demircisi Mahmut Efendi ve çırağı Rüstem tarafından dövüldü ve teslimatı yapıldı. Bu sırada eğitim de ihmal edilmedi ve Cemil öğretmen önderliğindeki bir grup insan, yıkılan Eminönü mektebini yeni bir binada yeniden hizmete açtılar. Aydemir Bey ve Yükseliş cemiyeti yönetimi bu yapılanmanın her aşamasında bulunuyorlar, herhangi bir şeyin ters gitmesi ihtimaline karşı sürekli yeni stratejiler geliştiriyorlardı.

1975 yılı aynı zamanda son derece önemli bir başka olaya sahne oldu. Meteor dışından İstanbul'a, bir grup ordu mensubu, bütün engelleri aşarak gelebilmişti. Binbaşı Yavuz'un önderliğindeki bu grup, Manisa'daki, 14 yıl yaratıklara karşı direnen bir piyade alayının son temsilcileri idi. Sayıları 45-50 kadar kaldığında, artık direnemeyeceklerini anlayarak, İstanbul'a yola çıkma kararı almışlardı ve sadece 8 asker bunu başarabilmişti. Bu askerlerin gördüklerinden yola çıkılarak, Agah Efendi'nin yazdığı saklı türler isimli kitap daha da geliştirildi. Pek fazla konuşmayan bu gruptan edinilen en umut kırıcı bilgi ise, yolda karşılaştıkları hiç bir yerde medeniyet göremedikleri idi.

1976 yılı, felaket döneminin en refah içinde geçen yılı oldu. Eminönü içerisinde mahluk aktiviteleri azalmış, düzenli denebilecek yönetim sayesinde geçmiş yıllara göre ilerleme sağlanmıştı. Aydemir Bey, yakın dostu Çarşı bölgesi temsilcisi Celal Hakkı Bey'in kızı Perihan Hanım'ı, Yükseliş Cemiyeti'nin diplomatik ilişkiler sorumlusu olarak atamıştı. Bu olayın önemi, meteordan sonra yetişen ilk neslin önemli mevkilerde görev almaya başlaması olarak özetlenebilir. Perihan hanım, aynı yıl Cemil Öğretmenin oğlu, mısır çarşısı defterdar'ı Gediz Bey ile nişanlandı. Bu olay, Çarşı bölgesi çevresinde büyük mutlulukla karşılandı.

1976 yılının önemli olaylarından bir diğeri, Arzın çocukları haftalık gazetesinde yazar olarak çalışmaya başlayan Konkav lakaplı fare adamdı. Bu olay önceleri tepki toplasa da, Arzın çocukları şiddetin azaldığı bu devrin sevilen bir gazetesiydi.

1977 yılının ilk aylarına kadar, bu kısmi huzur ortamı süre geldi. Ancak 1977 yılının bahar ayında, Karaköy'de o zamana kadar hiç görülmemiş büyüklükte bir fare adam toplanması başladı. Aydemir Bey bu toplanmayı kaygı ile izliyordu. Ancak hemen sert tedbirler almadı. Sakin bir hareketle önce Karaköy bölgesinde yaşayan az sayıda insanı, dikkatleri çekmeden Eminönü'ne yerleştirdi. Ardından fare adamların önde gelenleriyle diyalog kurdu. Genel olarak fare adamlar, sayılarının çok artmasını gerekçe göstererek şu anda yerleştikleri iskele bölgesinin ihtiyaçlarını karşılayamadığını belittiler ve Karaköy bölgesine el koyduklarını ilan ettiler. Aydemir Bey fare adamlarla kurulan diplomatik temaslarda Ziya Bey'e güveniyordu. Ziya Bey, tutarlı bir ilişki yürütmeye çalışmasına rağmen fare adamların talepleri artarak devam etti. Karaköy bölgesi resmen olmasa da fiilen fare adamlara bırakılmıştı. Bu fare adamların çoğunu memnun etse de, Gizit adındaki bir fare adam oluşumunu tatmin etmedi.

Gizitler,daha önce Eminönü dışında uzun bir süre yaşamış olan fare adamlar tarafından oluşturulmuş bir topluluktu. Aralarında Kuklacı tarafından büyü ile üretilen ilk nesilden olanlar mevcuttu. Ve onlara göre sayıca çok olanın en çok söz sahibi olması gerekiyordu. Bu grubun diğer bir çok fare adam üzerinde büyük bir nüfuzu vardı. Ve onların baskıları sonucunda Gizit oluşumu genişledi, 77 yılının yaz ayında, Gizit'e bağlı fare adamlar resmen Yükseliş Cemiyeti yönetimini tanımadıklarını ilan ettiler. Ardından Galata köprüsünü geçerek Eminönü'ne çeşitli akınlar başlattılar. Ve 1973'ten beri süregelen barış dönemi sona erdi.

Savaş esnasında Eminönü çevresi biraz daha değişti. Eskiden sığınılacak mekan olarak kullanılan Antrepo, savaşı fırsat bilerek saldırıya geçen cinlerin kontrolü altına geçti. Yeni Cami - Galata köprüsü arasında siperler kazıldı. Karaköy'ün kaybedilmesiyle Beyoğlu ile iletişim oldukça zor hale geldi.

Savaşta bütün Eminönü seferber olmuş, büyük kayıplar verilmiş, fakat düşmana da büyük kayıplar verdirilmişti. Binbaşı Yavuz küçük birliği ile bu savaşta büyük yararlılıklar gösterdi. Aynı zamanda, köşkten ayrılan beyaz büyücüler ve 1963'ten beri faaliyet gösteren Şifa Yurdu, Eminönü'nün savunulmasında büyük bir direnç gösterdiler.

Sonbahar ayında savaş bütün yıkıcılığı ile sürerken, Perihan Hanım, fare adamlarla yeniden diplomasi kurulabilmesi amacıyla önemli atılımlar yaptı. Bu atılımların hemen hepsi, Aydemir Bey ve yükseliş Cemiyeti çevresinde, aynı zamanda da Arzın çocukları gazetesinin başını çektiği bir kısım halk arasında büyük destek gördü. Bu çalışmalar sonucunda, hemen hemen Gizit kadar güçlü ancak daha az katı olan bir fare adam klanı olan Galata ile iletişime geçilebildi.

Savaş bütün şiddeti ile sürerken, hem insanlar, hem de fare adamlar, saklı türlerle mücadele etmekte gün geçtikçe daha çok zorlanıyorlardı. 1978 yılının başında Perihan Hanım'ın çabaları sonuç verdi ve Galata klanı, Gizitleri ateşkes yapmaya ikna etti ve barış için bir umut doğmuş oldu. Kış ayı yapılacak anlaşmanın pazarlıkları ile geçti. Anlaşmanın maddelerinde Karaköy'ün fare adam kontrolüne verilmesi buna karşın insanların da serbest dolaşım-yerleşim hakkına sahip olması ve fare adamların, eski yük gemisi bölgesini İnsanlara bırakmaları yer alıyordu. Başka bir çok konuda düzenlemeler de içeren anlaşma metni, 5 Nisan 1978'de imzalandı. Ardından yeni barış dönemine Galata köprüsü üzerinde büyük bir kutlama ile başlamasına karar verildi.

14 Nisan 1978 tarihinde, Galata köprüsü üzerinde, müttefikliği simgeleyen büyük bir tak, altına da büyük bir sahne kuruldu. İnsanlardan ve fare adamlardan oluşan kalabalık bir ahali kutlamaya katılmak için köprü üzerini doldurmuştu. Ziya Bey ve Perihan Hanım, dış ilişkiler ekibi, Galata ve Gizit klan liderleri, sahne üzerinde çeşitli konuşmalar yaptılar. Bu esnada fare adam klanları arasında bir huzursuzluk baş gösterdi bunu takiben sahnenin altında büyük bir patlama meydana geldi. Kargaşa ve kaos arasında çatışmalar çıktı. Patlamada Perihan Hanım ve Gizit klanı lideri can verdiler, Ziya Bey ve Galata klanı lideri ise ağır yaralandı. Köprüde bulunan bir çok insan öldüler yada ağır yaralandılar. Fare adam ve insan korumalar arasında çatışmalar çıktı. Bu tarihten günümüze, fare adamlarla bir daha barış yapılmadı.

"Sıcak bir gündü, sert bir rüzgar esiyordu Güneybatıdan. Köprüyü yıllardır hiç bu kadar kalabalık görmemiştim. Büyük anlaşma ki böyle adlandırılmıştı gazetede, herkeste yeni bir heyecan yaratmıştı. Perihan Hanım konuşmasını bitirdiğinde, genç gülümsemesinde bir işi başarmış olmanın verdiği mutluluk ve heyecanı okudum, capcanlı, dün gibi hatırlıyorum. Yanında oturan arkadaşım Ziya gözlük camını temizliyordu. Duygulanmıştı, belli etmemeye çalıştığını anladım. Aydemir ve ben ön saflardaydık, sahneye bizi de çağırmışlardı ancak gitmemiştik, çünkü bu başarının sahibi bizler değildik. Bir arka sıramızda, Cemil öğretmen, yanında Perihan hanım'ın nişanlısı olan oğlu Gediz, Handan hanım, Celal hakkı vardı. Bir Agah'ı getirememiştik, aksiliği tutmuştu o gün yine. Ansızın sahnedeki fare adam liderleri sanki bir şeyler sezmişçesine etrafa bakınmaya başladılar. Anonsu yapan delikanlı fare adamlar yönüne doğru bakmaya başladı. Sonra bir kargaşa ve patlama hatırlıyorum. Kulaklarım uğulduyor, korkunç manzaralar gözlerimin önünden geçiyor. Keşke Binbaşı Yavuz'u dinleseymişiz, o ısrar etmişti kutlamanın başka bir yerde yapılmasını, köprü güvenli değil diye.(Ed: Burada Nihat Bey duraksıyor bir süre) Neyse Ali Bey, buraları pek uzun tutmayayım isterseniz, pek için dayanmıyor.

A: Tabi efendim nasıl isterseniz. N: Nihayetinde gel gelelim bu olayın sonrasına, Eminönü bir daha asla kendine gelemedi. Klan zihniyetinin temeli, o gün atıldı. Öyle bir trajediydi ki, sessiz sakin bir delikanlı olan Gediz, ruhu şad olsun, tamamen değişti. Binbaşılarla o bir tarafa gitti, gazeteciler diğer tarafa, biz kaldık ortada. Kötü oldu, çok kötü."

Bir konuk :Eski Yükseliş cemiyeti yönetim kurulu asil üyesi Nihat Bey Yarım ada mecmuası 1998

14 Nisan olayı, bir çok kaygı verici gelişmeyi beraberinde getirdi. Pek çok insan patlamalardan fare adamları sorumlu tuttu. Anlaşma yanlısı olan kişilere işbirlikçi sıfatı yakıştırıldı. O sırada zaten Eminönü'nde yaşamakta olan bazı fare adamlar,varolan baskı nedeniyle kaçmak zorunda kaldılar. Arzın çocukları gazetesinin barış destekçisi fare adam yazarı Konkav'da hedef olanlar arasındaydı. Olaylardan yaklaşık bir ay sonra, hala ılımlı bir politikayı savunan gazetenin binasının önünde gösteri yaptılar ve Konkav'ı istediler. Selami Bey reddedince, öfkeli bir grup tarafından gazete binasında yangın çıkarıldı. Selami Bey'in de içinde bulunduğu bir kısım gazeteci dumanda boğularak öldüler. Dışarı çıkabilenler arasındaki Konkav kalabalık tarafından alındı. Akıbeti bu gün dahi bilinmiyor. Arzın çocukları gazetesinin dağılışı böyle trajik bir olayın sonrasında meydana geldi. Aydemir Bey, Eminönü'nde yaşayan fare adamları kurtarabilmek için onların topluca Karaköy bölgesine sürülmeleri talimatını verdi. Yükseliş cemiyeti, Karaköy'lü fare adam çatışmaları kadar, Eminönü içerisinde çıkan isyanları da bastırmaya çalışıyordu. Cemiyetin bu kriz anındaki isabetli politikaları sayesinde, içeride olaylar daha fazla büyümeden yatıştırıldı. Gazete olayının faillerinin bir kısmı yakalandı ve meteor bölgesine sürüldü (Yıllardır kimseye bu ceza uygulanmıyordu)

Bu kızgınlıktan doğan ikinci bir vukuat da, Perihan Hanım'ın ölümünden sonra toparlanamayan nişanlısı Gediz Bey'in, İstanbul'a gelişinden bu yana Yükseliş Cemiyeti'nin politikalarını pasif olmakla eleştiren, patlamayla beraber bir adamını kaybedişinin ardından cemiyetten tamamen kopan Binbaşı Yavuz ve adamları ile yeni bir oluşumun içine girmeleri oldu. İleride Lodos adını alacak klanın temelleri o zaman atıldı. Bu büyük acıya saygı duyan Aydemir Bey ve arkadaşları, bu oluşumu durdurmadılar.

1979 yılında gelindiğinde, fare adam savaşlarında Eminönü oldukça zor durumda kalmıştı. Savaşın yorgunluğu ve psikolojik bitkinliği insanlara, fare adamlardan daha fazla tesir ediyordu. Bu esnada, artık Eminönü ile bağları iyice zayıflayan, bilinen İstanbul'un en doğu ucu Beyoğlu'ndan, Arzuhalci denilen bir adam geldi. 35-40 yaşlarında, dikkat çekici bir adam olan Arzuhalci, Aydemir Bey'le ihtiyaç duyulabilecek bir keşfi üzerine konuşmak üzere geldiğini bildirdi.

Ruh taşı denilen icat işte bu konuşmanın ardından Eminönü tarihindeki yerini aldı. Bu taşlar yardımıyla insan vücudu, çeşitli yerlere seyahat etmeksizin ulaşabiliyordu. Bu garip keşfin sırrına karşılık Arzuhalci, Eminönü içerisinde cemiyetten bağımsız bir toprak talebinde bulundu. Aydemir Bey, saklı türlere karşı savaşta büyük avantaj sağlayabilecek bu keşfin, belki de kendi kullanmasından çok yanlış ellere geçmesini istemediğinden dolayı bu talebi kabul etti.

1979 yılı sonunda, hızlı yolculuk avantajını da kullanan Yükseliş Cemiyeti kuvvetleri, Şifa Yurdunun desteğini de arkalarına alarak fare adamlara karşı durumu dengelemeyi başardılar. Ardından barış gelmese de, yenişemeyen taraflar arasındaki çatışmalar azaldı.


maxicon1.png


Yükseliş Cemiyetinin Sonu, Teşkilat'ın Kuruluşu ve Klanlar Devri (1980-1990)

80'lere girilmesi ile birlikte Eminönü'nün yorgun ve tekdüze yaşamında, trajik bir olay daha vuku buldu. 1981 yılında, Aydemir Bey'in eşi Münevver Hanım, alerjik bir hastalık sonucunda kısa sürede bitkin düştü ve vefat etti. Münevver Hanım'ın vefatı bütün Eminönü'nde büyük üzüntü ile karşılandı. Kendisi Yükseliş Cemiyeti içerisinde bir çok önemli vazife üstlenmiş, ancak hiç bir zaman ön plana çıkmak istememişti. Cenazesinde, bütün İstanbul halkı bulundu. Bu olayın en büyük sonuçlarından biri Aydemir Bey'in, yıl sonunda Yükseliş Cemiyet'i başkanlığı görevinden ayrılması idi.

"Aydemir, meteorun ilk zamanlarındaki yıkım ve kıyımdan çok etkilenmişti. Bana söylediğine göre kendisine bir söz vermiş, çok sevdiği eşi Münevver Hanım'ı, meteor ve onun getirdiği iğrençliklere teslim etmeyeceğine dair. O Münevver Hanım'ın olabildiğince normal bir yaşam sürüp, yaşama vedasının da normal nedenlerden olmasını istiyordu. Hastalık başlangıcından itibaren, hemen her günü onların evinde geçirdim . Aydemir, Münevver Hanım'ın yanında çok az ayrıldı. Bir bahar sabahı ölüm Münevver Hanımı aramızdan ayırdığında, belki de Aydemir Bey'in tek tesellisi, onu sevdikleriyle beraber, uğurlamış olmaktı. Sonrasında Aydemir Bey Yükseliş Cemiyet'indeki yarım kalan işlerini bir bir tamamladı ve yöneticilik ve hatta üyelik dahil her şeyden elini eteğini çekti. Çocukları Sevgi ve Oktay ile beraber sakin bir yaşam sürdü."

Nihat Bey ile söyleşi. Ekim 1989

Aydemir Bey'in ayrılışı sonrasında Yükseliş Cemiyeti başkanlığına Ziya Bey geçti. Ancak Yükseliş Cemiyeti, 14 Nisan olaylarından sonra eski heyecanını kaybetmişti.Cemiyet genel olarak büyük atılımlar yapmaktan çok, yapılması gereken işleri yapan bir devlet kurumu niteliği kazanmıştı. 1983 yılında Cemiyet Yönetim Kurulu'nun desteği ve Şehir Meclisinin kararı ile Yükseliş Cemiyeti kapatıldı ve yerine Yükseliş Cemiyeti'nin son yıllarda kazandığı kimliğin bir devamı niteliğinde olan, ancak tarafsızlık politikasını benimsemiş "Teşkilat" kuruldu. Ziya Bey, meclis tarafından Teşkilat başkanlığına önerildiyse de, o bu görevi kabul etmedi ve Agah Bey, 1983 yılında Teşkilat'ın başkanı seçildi.

1983 yılının yaz ayında Gediz Bey, Yavuz Binbaşı ve yandaşları, Eminönü'nde o zamana kadarki en güçlü oluşumu, büyük bir nefret üzerine temellendirdiler. Lodos Klanı, sayıları birkaç yüze varan tecrübeli savaşçı, büyücü ve şifacı tarafından kuruldu. Klan, meclis ve teşkilat tarafından tedirginlikle karşılansa da, yaratıkları yok etmek üzerine kurdukları stratejileri, Eminönü'nün menfaatleri ile çelişmiyordu. Aslında bu tedirginliğin en büyük nedeni, klanın yaptığı propagandaların tamamının öfke ve kudret üzerine yönlendirilmiş olması idi. Lodos Klanı'na göre mahluklar bu dünya üzerinden temizlenmeleri gereken hastalıklardı.

1984 yılında, İstanbul'un çeşitli bölgelerinden gelen bir takım kanunsuz insan çetelerinin Meteor tarafında kendilerine bir kurtarılmış bölge yarattıkları tespit edildi ise de buna olumlu yaklaşıldı. Agah Bey, bu kanunsuz grupların, Teşkilat ile aralarında bir çatışma çıkmaması amacıyla liderleri ile görüşmeler yaptı. Ve bazı anlaşmalar yapıldı.

1984 yılında Handan Hanım öncülüğünde bir araya gelen eski Arzın Çocukları gazetesi ekibi, var olan yaratık karşıtı sert politikalara karşı durmak amacıyla Arzın Çocukları birliğini kurdular ve eski gazete yandaşlarını da yanlarında topladılar. Birlik, dünya üzerinde var olması muhtemel uzlaşılabilir yaratıkları saptamak amacıyla bir keşif komitesi kurdu. Bu komite, silahlı savaşçı, büyücü ve şifacılardan oluşuyor ve meteor bölgesinin bütün tehlikelerine karşın, iletişim kurulabilecek mahlukları arıyorlardı.

1986 yılında meteor bölgesinde maden çıkartmak amacıyla kazı yapan Arzın Çocukları keşif grubundan bir ekip, büyük bir mekanın girişi olduğu düşünülen bir yer keşfetti. Arzın çocukları bu yeni mekanı uzun bir süre gizli olarak araştırdı. Adem Bey önderliğindeki küçük keşif ekipleri bu büyük girişin toprak altında kalmış kısımlarını ortaya çıkartmak için aylarca kazma salladılar. Ardından giriş kısmı şaşırtıcı derecede sağlam kalmış büyük bir hole doğru açıldı. Burası prizmatik şekillerin hakim olduğu, değişik bir medeniyete ait olduğu izlenimini veren bir mekandı. Arzın Çocukları bu büyük holü araştırmaya başlarken, onları takibe almış bir Lodos ajanı, bu faaliyetleri Lodos Klanı'na bildirdi. Araştırma günlerinden birinde bölge Binbaşı Yavuz önderliğindeki Lodos Klanı mensupları tarafından basıldı. Bundan sonrası sadece söylentilerden ibaret. Her iki klan mensupları arasında her ne geçtiyse de, bunun şahidi kalmadı. Tek bilinen bu iki grubun arasında çatışma çıktığı (ki bunu orada araştırma yapan bağımsız teşkilat yetkililerinin incelemelerinden anlıyoruz), Binbaşı Yavuz ve Adem Bey dahil bütün herkesin öldüğü. Çatışma sebebinin muamması bir yana, en büyük gariplik , arada başka bazı silahlara dair izlerin de bulunduğu. Ne Lodos'ta, ne de Arzın çocuklarında bulunmayan bazı silahlar.

Tabii bu olaylar iki taraf arasında farklı yorumlandı. Güneşin öncüleri lideri Gediz bey, Binbaşı Yavuz'un kaybından dolayı çok öfkelenerek, Arzın Çocuklarını gizli işler çevirmek ve yaratıklarla birlik olmakla suçlarken, Arzın Çocukları lideri Handan Hanım ise, Lodos'un, Arz'ın keşif ekibine saldırdığını, o zamana kadar hiç bir olayın vuku bulmadığı o yerde bilinçli katliam yapmakla suçladı.

Teşkilat, olayların büyümesini engellemeye çalıştıysa da, artık bazı şeyler geri dönülemeyecek noktalara geldi. Şehrin içinde olmasa da Lodos ve Arz klanları arasında Meteor bölgesinde çatışmalar çıkmaya başladı.

1987 yılının başlarında Eminönü Şehir Meclisi ile, menşei tam olarak bilinmeyen, meteorlu tüccarlar arasında ticari bağlar gelişti. İstanbul'un işgal altındaki çeşitli bölgelerine gizli olarak girebilen bu yeraltı oluşumu, inişli çıkışlı fiyatları ve bazı neredeyse bulunmaz malları temin etmesiyle, Eminönü için dahi cazip bir pazar olmuştu. Bu tüccarların içerisinde fare adamların, hatta köle olarak cinlerin de çalıştırılması, Eminönü'nde oldukça merakla karşılandı. Oluşumun başındaki Mebrure hanım, oldukça enteresan bir kişilikti. Geçmişi ile ilgili çok az bilgi bulunan, sert yüz hatlarına sahip bu enteresan kadın, ticari ve politika yeteneği ve yaptığı yerinde manevralar ile, mahluklar dışındaki zeki varlıkların ilgi odağı olmuştu.

1987-88 yılları, çoğunluğu meteor bölgesinde olmak üzere, klanlar arası çatışmalar ile geçti. Bu çatışmalarda her iki klan da büyük kayıplar verdiler. Klan liderlerinden, en basit klan üyesine kadar bütün klan üyeleri silahlı idi artık. Arz lideri Handan Hanım, 70'lerde başladığı büyü çalışmalarını iyiden iyiye geliştirmişti. Lodos klanında ise, Gediz bey bizzat talimlere katılıyordu. Herkesle beraber gösterdiği bu direnç, üyelerin Lodos'a daha da bağlanmalarına neden oluyordu.

1989 yılında, klanlardaki görev dağılımları iyice belirginleşmişti. Belki de benzer çevresel şartlardan ötürü, benzer bir görev dağılımı göze çarpmaktaydı iki klan arasında. Klanların da kendi içlerinde meclisleri vardı ve oylamayla, çeşitli önemli mevkilere gelmek üzere, kendini kanıtlamış üyeler arasından seçimler yaptılar.

Lodos'ta bu mevkilerden biri klan demircisi idi ve Lodos klan demircisi Cevdet usta, 1989'da o zamana kadar yapılmış en değerli silahı ki bu bir balyozdu, Lodos baş savaşçısı, Binbaşı Yavuz'un adamlarından, Üsteğmen Nazım için dövdü. 1989-91 yıların arasında, bu balyoz'la kazandığı başarıların ardından, Üsteğmen Nazım'ın adı, Balyoz Nazım olarak anılır oldu.

maxicon1.png


Kaos ve Klan Savaşları Devri (1990-2000)

1990 yılı, büyük bir yasadışı oluşumun ilk kez ortaya çıkmasına sahne oldu: Zincir Çetesi. Lodos Klanı merkezi, eski han'ın ötesindeki terkedilmiş binalara yerleşen çeteciler, o bölgede yaşam mücadelesi veren çok sayıda Eminönü sakinini bölgeden sürdü. Teşkilat tarafından olayın kaynağı araştırıldığında, oluşumun temellerinin oldukça derinlere uzandığı ve uzun süredir faaliyette olduğu gerçeği ortaya çıktı. Bu çeteden , bazı kişiler zaman içinde deşifre edildi. Bunların çoğunluğu meteor bölgesinden olmakla beraber, aralarında , bazı eski üst düzey Yükseliş cemiyeti görevlileri, hatta bir beyaz büyücü dahi bulunduğu ortaya çıktı. Teşkilat'a bağlı birlikler, artık bu tehditle de mücadele etmek zorundaydılar.

1991 yılında İstanbul meclisi, Zincir çetesini öncelikli tehdit olarak gördüğünü ilan etti ve her bireyinin tek tek yakalanarak, ihanet suçundan yargılanacağını bildiren kararname çıkarıldı.

Bahar ayında, bir çok çete üyesi yakalandı ve yakalananların bazıları idam edildi. Bahar sonuna doğru Zincir çetesi, büyük bir baskın düzenleyerek , hala meclis olarak kullanılan Büyük Postane'ye yıkıcı bir saldırı düzenlediler. Büyük Postane'de ikamet eden bazı meclis üyeleri tahliye edilemeden can verdiler. Zincir çetesine bağlı çok sayıda büyücünün, postane içinde patlayan büyüleri üzerine binanın büyük bir bölümü yıkıldı ve kullanılamaz duruma geldi. Bu çok büyük saldırıdan, bir çok meclis üyesi, jandarma ve o bölgeye çok yakın konuşlanmış Arzın Çocukları klanının olağanüstü gayretleri ile kurtarıldı.

Postane'deki yıkımın ardından, Teşkilat tedbirlerini aldı ve yeni meclis binasının, yer altına yapılmasına karar verildi.

1992 yılı başında, meteor bölgesinde bulunan, meteor etkisi ile başkalaşmış olan vahşi yamyamların, nam-ı diğer "İlikçiler"'in ortadan kaldırılması amacıyla Lodos klanı, bütün klan mensuplarına savaş çağrısı yaptı. Kurulduğundan beri İlikçilerin bilinçli sayılamayacaklarını ve toplu katliamlarının geçerli neden gösterilmediği sürece, onları iyileştirecek bir formül bulunamayacağı kesinleşene kadar yasaklanması gerektiğini savunan Arz'ın Çocukları, bu olayın fikren ve fiilen karşısında duracağını belirtti. Lodos klanı lideri Gediz bey, Arz'ın Çocukları'nın, işlerine karıştıkları müddetçe, ilikçilerin yanına göndereceğini, şehir meclisinde resmi bir bildiriyle ilan etti. Agah Bey, teşkilatın olaylara müdahale yetkisi, meteor bölgesini kapsamadığı ve bu iki klana karşı duracak askeri gücü sağladığı takdirde Eminönü'nün savunmasız kalacağını belirterek, büyük üzüntü duymakla beraber iki klan arasında çatışma çıkması durumunda Teşkilat'ın tarafsızlık ilkesini sürdürmeye devam edeceğini bildirdi.

Gediz Bey'in bizzat yönettiği Lodos klanı, meteor bölgesinde, Handan Hanım'ın yönettiği Arzın Çocuklar ile karşı karşıya geldi. Artık aralarında söylenecek bir şey kalmayan iki klan arasında, o zamana kadar ki en büyük çarpışma meydana geldi. Savaşta yenişemeyen iki klan da büyük kayıplar vererek savaş alanını terk ettiler. En ön saflarda yer alan Gediz bey, doktor ve şifacıların yeteneklerini aşan bir yara ile savaş alanında yığıldı kaldı.

Gediz bey, Klan savaşından 2 gün sonra hayata gözlerini yumdu. Yerine çok güvendiği Balyoz Nazım'ın geçmesini vasiyet etti. Naaşı, bazı itirazlara rağmen Perihan Hanım'ın yanındaki boş mezara gömüldü. Bu savaşın ardından Eminönü meclisi 1 aylık yas ilan etti.

maxicon1.png


Hidra Savaşı

1996 yılının yaz ayında, Eminönü içinde o güne kadar yaşanmış Mahluk savaşlarının en büyüğü gerçekleşti. Daha sonra mitolojik ismiyle adlandırılacak olan 3 başlı dev yaratık, Eminönü'ne denizden geldi. Mısır Çarşısı tarafındaki park bölgesinde karaya çıkan yaratık, Eminönü sahilinde o zamana kadar görülmüş kıyımlardan en büyüğünü gerçekleştirdi. Teşkilat acil müdahale grubu, yaratığı yavaşlatmak ve halkı güvenli bölgelere sevk edebilmek için büyük bir mücadele verdi. fare adam savaşlarından kalma siperler bir bir düştü... Klan mensupları dahil herkes, uzun yıllar sonunda ilk kez aynı saflarda savaştılar. Çok değerli mücadeleciler kaybedildi. Sonunda bir başı cansız serilen yaratık, geri çekildi. Ancak Hidra korkusu, Eminönü'nde yaşayan insanlar arasında yerleşti. Bir zafer kazanılmış, fakat bu zafer umutları tazeleyememişti.

90'ların sonuna yaklaşırken, bazı cesur gruplar, meteor bölgesine yapılan keşif gezilerini arttırmışlardı. Özellikle "Büyük Hol" girişi pek çok gizem barındırıyordu. Ve bunun için teşkilat tarafından örgütlenen arayıcı bir grup, çalışmalarını sürdürüyordu. Tehlikeler bilgiye aç gurupları durdurmaya yeterli değildi.

Yeni bin yıl, Eminönü için yeni trajik haberlerle başladı. 2000 yılının 11 Mart'ında, Balyoz Nazım, yemeğine karıştırılan kuvvetli bir madde ile zehirlendi. Tıbbın imkanlarını ve şifacıların ustalıklarını aşan bu zehir nedeniyle, Balyoz Nazım birkaç saat içerisinde komaya girdi ve öldü.

Suikastı kimin düzenlediği tespit edilemedi. Lodos klanı mensupları, saldırıdan dolayı Arz'ın Çocukları'nı suçladılar. Bazı kimseler, Lodos klan binasına çok yakın konumlandıkları için çetecilerden şüphelendiler. Ancak yapılan araştırmalar yeterli olamadı. Ve Eminönü, felaket sonrası dönemin yetiştirdiği önemli kahramanlardan birini daha kaybetti.

Lodos'ta Balyoz Nazım'ın vefatından 1 ay sonra yapılan liderlik seçimini İsmet Bey kazandı.

maxicon1.png


2000'li Yıllardan Günümüze


Agah Bey önderliğindeki Teşkilat her zamanki tarafsız tutumunu muhafaza ederek, Eminönü'nde yaşam için gerekli temel ihtiyaçları sağlamaya devam etti. Jandarma içersideki eski askerlerden, kimsenin adını bilmediği "Komutan" lakaplı kişi, Teşkilat'ın askeri kolunu yönetmeye başladı. Mısır çarşısı Teşkilat'ın kalbi olmayı sürdürdü.

Şehir Meclisi de geçen zaman içerisinde bir çok değişikliğe uğradı. Ancak İstanbul'un hala en etkili yönetim mekanizması, Mısır Çarşısı altındaki gizli ve çok iyi korunan yer altı salonunda varlığını sürdüren bu meclis. Meclis üyeleri zamanla değişse de, Ziya Bey, Nihat Bey gibi isimler, ilerlemiş yaşlarına rağmen Eminönü politikasında önemli yerlere sahipler.

Klan mevzuatına gelince; İki klanı birbirinden ayıran büyük öfke derinleşmeye devam etti. Artık daha iyi savaşma yeteneğine sahip klanların nüfusları gitgide arttı. Eminönü şehir meclisinin bu konuda tarafsızlığını muhafaza etmek dışında bir alternatifi yoktu. Klan savaşlarını durdurmak için belki de çok geç kalınmıştı.

2rxvhgl.png



Hikayeler

maxicon1.png


Kör Adamın Gördükleri



agahEfendi.png


Demek afeti ve getirdiklerini soruyorsun bana genç kişi. Dinle öyleyse, sana en başından anlatayım ortak kaderimizi

1956 yılının 25 Aralık' ında dünyanın yörüngesi güneş sistemi dışından gelen bir asteroid kümesiyle kesişti. Dünyanın her yanında büyük bir yıkım gerçekleşti. Sadece gökyüzünde asılı kalan toz bulutları bile milyonlarca insanın ölümü için yeterliydi. Fakat meteorların ortaya çıkardığı tek gerçek, yıkım ve ölüm olmamıştı.

Asıl açığa çıkanın yüz binlerce yıldır yer kabuğunu bizlerle paylaşmış, kimilerinin canavarlar kimilerininse saklı türler olarak adlandırdığı, arzın bilinmeyen derinliklerindeki komşularımız olduğunu öğrendik. Çok sıra dışı tesadüfler sonucu kimi insanlarla karşılaşmış ve masal diye adlandırdığımız hikayelere konu olmuş varlıklar!

Afetten birkaç yıl sonra, daha insanlık kozmik yıkımın yaralarını yeni sarmaya başlamışken, meteorların açtığı derin yarıklardan yollarını buldular yeryüzünün yabancı ortamına. İlk kim saldırdı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki o da hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağıdır.

5 milyar yaşındaki yerkürenin üzerinde yalnızca birkaç yüz bin yıldır varolan bizlerin daha öğrenecek çok şeyi olduğu bir gerçekti. Element büyüsünü ilk kullanabilen insan, saklı türler 'den elde edilmiş bir kitabı deşifre edebilmiş yaşlı bir dil bilimciydi. Bugünün madde büyücüleri halen kitaplarının kapaklarına onun adının baş harflerini işlerler.

Ruh büyücülerinin namıdiğer şifacıların varlığı ise saklı türler den kimileriyle kurdukları bağlantı sonucu ruhun ve doğanın güçlerini harmanlamayı öğrenmiş küçük bir Mevlevi toplulukla başladı.

Eski usuller ile birlikte yeni keşfedilmiş güçlerin de kullanıldığı amansız bir savaş açıldı dünyanın dört bir yanında "Saklı Türler" 'e karşı!

Neredeyse yarım asırdır izliyorum bu savaşı ve çok şey gördü bu artık görmeyen gözlerim. Bir büyücünün sözüyle harekete geçip eti kavuran yıldırımları, bir şifacının dileğiyle canlanıp düşmanlarını sarmalayan zehirli sarmaşıkları, korkusuz bir savaşçının çığlığıyla düşmanlarının dizlerinin titrediğini gördüm...

Sayısız ölüm gördüm. Bunlar kimine keder getirdi, kimineyse yaşama sebebi ve insanoğlu her zaman yaptığı gibi yeni dünyaya uyum sağladı.

Fakat afetten sonra bile kişinin unutmadığı tek bir şey vardı ki o da insanın insana kıymasıdır. "Lodos" ve "Arzın Çocukları" işte bu anıların ürünüdür.

İnsanlık tarihi böylesine zıt görüşleri hiçbir zaman hoş görmemiştir ne yazık ki. İki topluluk arasındaki kanlı savaş otuz yıldır devam ediyor dünyanın birçok yerinde ve daha da devam edecek gibi görünüyor.

Bense insanın insana kıymaya tekrar başladığı gün kapadım gözlerimi ışığa.

Şimdi sen söyle genç kişi...

Bir zamanlar bir tablo kadar güzel olan İstanbul'da sen bu savaşın neresinde duruyorsun ?

maxicon1.png



Hançer Diş ve Çatal Kuyruk

fareAdam.png


Ağır adımlarla yürüyordu. Islak ve kararmış parke taşlarda önüne düşen gölgesini izliyordu. Yıkımın üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hala her yerin soba bacasına batıp çıkmışçasına isle kaplı olmasına şaşırdı bir kez daha.

Temiz kaldırımları görmemişti hiç, ya da çocuk sesleriyle çınlayan sokakları ve iskeleye yanaşan ada vapurunun düdüğünü duymamıştı; yıkımdan sonra doğanlardandı o. Kim kalmıştı ki zaten yıkımdan önce doğmuş olan.

Bacağı sızlamaya başladı. İksirlerini düşüp bayılacak gibi olana kadar kullanmamayı öğretmişti ilk hocası ona ama bu ağrının canını epey sıkacağını anlayınca inat etmeyi bırakıp, klanın baş şifacısının hazırladığı iksiri içti. Bir saniye içinde cinin açtığı yaradan iz bile kalmadı.

Antreponun batı girişine on kişilik deneyimli bir grup olarak saldırmışlardı. Girişi koruyan cinleri aşıp içeri girmek gibi bir planları yoktu zaten. Amaç cinlere rahat vermemekti sadece. Kendisi klanın tüm gücünü toplayıp tek ve sağlam bir darbeyle işlerini bitirmenin gerektiğini düşünse de klanın baş savaşçısı Balyoz Nazım 'ın tecrübesine güvenirdi. Nazım, cinlerin tek bir saldırıyla alt edilemeyecek kadar kalabalık ve daha da önemlisi korkak olduklarını söylemiş ve fazla kaynak harcamadan ufak saldırılarla cesaretlerini kırmanın zararsız kalmaları için yeterli olacağını da eklemişti.

Kendini bildi bileli bir savaşçıydı. Yaşını bilmiyordu ama orta yaşı geçmişti. Lodos'a katılalı yedi yıl olmuştu, tam yedi yorucu yıl. Onu yoran klanın ağır yükümlülükleri miydi yoksa Arzın Çocuklarıyla yaptığı savaşlar mıydı işte bunu tam kestiremiyordu. Kahrolası meran uşakları. Yaratıklar çocuklarımızı boğazlarken onlar hala yaratıklardan medet umabiliyorlardı. 'Meran büyüsünden sakının.', demişti klanının baş büyücüleri, 'Yoksa sizlerin de aklınızı ayartırlar ve o yaratık sevicilerden biri olursunuz. ' Öfkenin bir an için damarlarında gezdiğini duyumsadı; sıcak, heyecan verici bir his. Arzın ***lerinden nefret ediyordu! "Zayıf ahmak hergeleler!". Yine de onca yaratık dururken o ***lerden birini öldürmek ona anlayamadığı bir rahatsızlık veriyordu.

Karanlık dar sokağa doğru dönerken, çocukları geldi bir an aklına. Anneleri dokuz yıl önce katledilmişti bir kurtadamın pençeleriyle. Kendi kendine "Klan binasında onlara iyi bakılıyor çıkar onları aklından" diyerek, asker disiplininin verdiği oto kontrolü sağlamaya çalıştı.

Adımları savaşçı içgüdüsüyle yavaşladı ama o, bunun bir an sonra farkına varabildi.
"Lanet olası bu sokak da neresi böyle!"
"Ahşap evden sonra yanlış bir dönüş yaptım sanırım." Düşünce akışını gözüne ilişen bir kıpırtı kesti aniden. Adımları sokağın girişine doğru gerilemeye başlamıştı bile. Kanlı gürzünü almak için eli sırtına uzanırken sağ taraftan bir patlama duydu. Küçük bir duman bulutu ve barut kokusu...

Gürzünü kavramak için kolunu kaldıramadığını farketti. Kurşun sağ omzuna gömülüp kaslarını parçalamıştı ve belki de iki dakika içinde ölümünü getirecek olan zehrini yayıyordu. Boğazı sıkılmış gibi ciyaklayan bir insanın sesini andıran bir narayla fareadam elinde tabancayla belirdi. Sol eliyle gürzünü kaptığı gibi fareadam üzerine atıldı. "Et! Kemik! Kan!" diye bağırarak savurdu gürzünü.

Ciyaklayan çarpık yaratık, ucu kesik kuyruğu havada kalacak şekilde yere attı kendini. Tam gürzünü tekrar sefil yaratığın üzerine indirecekken omurgasını yaran felç edici bir darbeyle olduğu yerde kalakaldı. Bir yandan adamın sırtına sapladığı hançerini tutarken bir yandan da avının şah damarını keskin dişleriyle parçalayan arkasındaki ikinci fareadamı hiç göremedi.

Yüzünde çarpık bir ifadeyle yere yığıldı. Parıldayan sarı güneş şeklindeki klan sembolü kana bulanıp kızıl bir gün batımına benzedi.

Ciyaklayarak ayağa kalktı Çatal Kuyruk;
"Az daha kafamı patlatacaktı! Neden o kadar bekledin seni aptal?"
"Bir kurşunla adamın işini bitirseydin sen de o zaman!", dedi ağzından kanlar akan Hançer Diş.
"O kurşun adamın içini parça parça etti. Patlayan zehirli kurşunlarımdandı o. Yere yıkılmalıydı aşağılık herif. Yine de beklememeliydin kardeşim."
"Ben de yıkılır sanmıştım işin aslı. Her neyse uzatma. Gidip paramızı isteyelim hanımdan."
"Tabii önce üzerindekileri alacağız değil mi kardeşim?" diyerek pis pis sırıttı Çatal Kuyruk.
Kanlı hançerini adamın üstünde temizleyen fareadam da benzer bir sırıtışla cevap verdi; "Elbette kardeşim!" Lağımda ciyaklayan yüzlerce farenin sesini andıran kahkahaları Fındıkçı Remzi Sokağı'nı doldurdu.

Sıradan Bir Gün


Sokağın sonu yıkıntılarla kapalıydı. Ne saklanmak ne de kaçmaya çalışmak enselerindeki ölümcül pençelerden onları kurtarabilirdi. Büyücü, peşlerindeki dehşeti yavaşlatmak için kullandığı büyünün etkisinin her geçen saniye azalmakta olduğunun farkındaydı. Yanındaki savaşçıya çaresiz bir bakış attı. İkisi de oldukça perişan görünüyordu. Savaşçı bir elinde efsunlanmış satırını hazır ederken diğer koluna sabitlenmiş kalkanını önünde tutarak gözlerini sokağın başına dikmiş, nefes nefese ama sabırsızca son savaşının gelmesini bekliyordu.

Büyücü yere oturup bağdaş kurdu.
"Ne yapıyorsun seni ahmak? Uyuklamanın sırası mı şimdi!", diye gürledi savaşçı, gözlerini kapamış öylece oturmakta olan büyücüyü görünce.

"Kes sesini!", diye yapıştırdı cevabı büyücü ve usulca ekledi transa geçerken: "Zihnimi toparlamam lazım. Odaklanamıyorum. Bana zaman kazandır Kasap."

Aslında savaşçının kasaplıktan anladığı yoktu. İki parça pirzola hazırlamak için bir kilo eti ziyan ederdi kesinlikle ama iş elindeki o satırı düşmanlarının üzerinde kullanmaya gelince hakkıyla almıştı bu lakabı.

"Zaten ne zaman işe yarayacak olsanız lanet kudretiniz tükeniverir!", diye huysuzlanıyordu ki sokağın başından gelen hırlamalar ve patırtılar sözlerini yarım bıraktı Kasap'ın.

Dumanların arasından önce iki devasa suret belirdi ve arkalarındaki bir çift gözün daha ışıltısı seçildi kolayca. Avlarını tuzağa düşürmüş olmanın verdiği rahatlıkla acele etmeden yaklaşıyorlardı. Büyücünün attığı yapışkan örümcek ağları vardı hala tüylerinde.

Et, kemik, pençe ve dişten oluşan üç ölüm taciri, asla evcilleştirilemeyecek olan üç vahşi avcı; üç kurt adam ilerlemeye devam etti.

Kasap, satırının sapını sıkıca kavradı, ayaklarını sağlamca yere bastı ve büyücünün önünde koruyucu bir edayla dururken kollarını havaya kaldırıp kudretli bir savaş narası attı. Haykırış yaratıkların sadece bir göz kırpma süresi kadar duraksamalarını sağladı ama savaşçının kanının kaynamasına ve gözlerine soğuk bir bakışın yerleşmesine yetti.

Önce sağındaki atıldı üzerine. Boynunu hedeflemiş jilet keskinliğindeki pençeleri, kalkanını biraz yukarı kaldırarak rahatça savuşturup, yarım bir dönüşle ağır satırını yaratığın baldırına indirdi. Yaratık hırlayıp birkaç adım geriledi. Şimdi rakibine daha bir saygı duyuyormuş ve rakibinin dişli çıkmasından tuhaf bir keyif alıyormuş gibi bir ifade vardı hayvansı yüzünde.

Hemen ardından saldıran soldaki yaratığı karşılamak içinse kalkanını siper edip dosdoğru yaratığın bedenine çarptı genç savaşçı ve ikisi de birer metre geriledi. Arkasındaki büyücüde hala en ufak bir kıpırtı bile yoktu.

Az önce yüzleştiği yaratıklar şimdi yana çekilip daha iri olan bir tanesine yol açtılar. Tüyler ürpertici bir ulumayla beraber, iki adam boyundaki yaratık dosdoğru savaşçıya koşmaya başladı. Kaslı ensesinden sarkan uzun tüylerinin rüzgarda uçuşmasında ve kısılmış gözlerindeki ölümcül parıltıda vahşi bir güzellik vardı.

Savaşçının savunmayla ilgili yeteneklerini sergilemesinin tam sırasıydı şimdi. İçinde kalan son kudreti buna odaklanmak için kullandı.

Yaratığın korkunç ağırlıktaki darbesi kalkanını ezip sol kolunu bileğine yakın bir yerden kırdı. Acıyla yüzü buruşan savaşçı, yine de savunmasını bozmadı ve bu sayede satırıyla karnını hedeflemiş delici pençeleri durdurabildi.

Yaklaşan ağzı gördüğünde saniyenin onda biri kadar bir sürede, boynunun sol yanının çok kötü bir şekilde saldırıya açık kaldığını ve açılmış ağızdaki koca dişlerin de oraya ilerlemekte olduğunu fark etti. Dişler boynuyla buluşunca hiç olmazsa rakibine son bir darbe indirebilmek için satırını tekrar havaya kaldırmaya başlamıştı ki, anlaşılmaz bir mırıldanma eşliğinde omzuna dokunan bir el hissetti.

meran.png
Gözleri karanlığa alışmaya çalışırken ikisi de yer değiştirme büyüsünün yarattığı boşluk nedeniyle bir an tekleyen ciğerlerini tekrar nefes almaya zorladılar. Karanlık, rutubetli bir yerdeydiler.

"Bana borcun iki etti kasap dostum.", diye zar zor konuşabildi büyücü.

"O deli kafanı patlatacak olan cinden seni nasıl kurtardığımı unuttun herhalde.", dedi savaşçı.

Rahatlamak için büyücünün asasından yayılan zayıf ışığın görüş alanı içinde etraflarına bakınıp nerede olduklarını anlamaya çalışırlarken, gelen tıslama ve sürünmelerle birlikte etraflarında zarif ama güçlü yılankavi bedenleriyle tam altı tane meran savaşçı beliriverdi.

Kobra kafalı meran savaşçılar hiç kıpırdamadan öylece duruyorlardı. Tedirgin bakışmalardan sonra görüş alanlarına daha ince bedenli ama kesinlikle daha tehlikesiz olmayan bir dişi meran girdi.

Büyücü, arkadaşına ‘Bana bırak’ der gibi bir bakış atıp öne çıktı ve bir eliyle gömleğinin içine uzanıp boynunda asılı olan klan madalyonunu tutarak herkesin görebileceği bir şekilde havaya kaldırdı.

"Bizler ‘Arzın Çocuklarıyız’! Tıpkı bizler gibi sizlerin de arzın çocukları olduğunuzu biliyor ve mevcudiyetinize saygı duyuyoruz.", dedi ve hafifçe eğilerek selam verdi.

Dişi merandan yalnızca savaşçılarından birine kısa bir bakış şeklinde tepki geldi ve tavandaki sarkıttan düşen bir su damlası yere ulaşana kadar iki insanın başları bedenlerinden ayrılmıştı.

maxicon1.png


Mehtaplı Bir Gece


hidra.png

"Yaklaşın", diye bağırdı.

Düzinelerce adam ve kadın neredeyse sürünerek onun etrafına toplandılar. Öğürmelerin ve iniltilerin dalga seslerini bastırdığı sahilde, sesi, Beethoven’in o geceki gibi bir mehtaptan ilham alarak yazdığı notalar kadar netti.

Sağ dizinin üzerine çökmüş, sağ elinin parmaklarını toprağa saplamıştı. Diğer elini ise göğe kaldırmış hafifçe bir şeyler mırıldanmaktaydı. Dudaklarındaki sözcükler gittikçe hızlanırken etrafı koyu bir sis sarmaya başladı. Bu olup bitene şaşıracak kadar bile gücü kalmamış savaşçılar ona doğru bilinçsizce sürünmeye devam ettiler.

Fazla zamanı yoktu. Havadaki korkunç zehir bulutunu buz gibi bir poyraz çağırarak dağıtmış ama bunu kimsenin etkilenmeyeceği kadar hızlı yapamamıştı.

Bitkin adamlar ve kadınlar sisi soludukça kendilerine gelmeye başladılar. Sis dağıldığında ise zehir bulutundan sağ çıkabilmiş olan herkes artık zinde ve güçlüydü.

Genç bir şifacı yanına geldi.

"İyi misiniz üstat?"

Parmaklarını topraktan çekmeden önce son bir kez daha o bütünleşme anının tadını çıkardı ve gülümseyerek ayağa kalktı. Etrafında yatmakta olan onlarca ölü bedeni görünce kaşları çatıldı.

"Sağ ol Muhlis, İyiyim.", diye cevap verdi üstat şifacı. "Şimdi hemen git ve yaralılarla ilgilen."

"Muhlis de bu zehirden sağ çıktı. İleride iyi bir direnç üstadı olabilir.", diye geçirdi aklından üstat şifacı.

Arkasındaki takım liderini önüne düşen iri gölgesinden tanıdı ve ona dönüp konuşmasını bekledi.

"Üstat şifacı, yaratık nereye gitti?"

Bu adamın en olmadık anlarda bile korumayı başardığı odaklanmışlığını bir kez daha takdir ederek cevap verdi.

"Korkarım fazla uzağa değil Balyoz. Onun sadece kısa bir süreliğine buradan rahatsız olmasını sağladım ama etkisi uzun sürmeyecektir. En fazla bir saatimiz var."

"Öyleyse hemen saflarımızı toparlamalı ve onu karşılamaya hazırlanmalıyız!", dedi oldukça endişeli ama bir o kadar da kontrollü görünen savaşçı. Adamlarından birisine işaret etti.

"Çabuk Agah efendiyi bul ve camiyi boşaltmalarını söyle. Bir de bak bakalım şu büyücü bozuntusu nerede saklanıyor!"

"Efendim.", diye kekelemeye başladı adam.

Böylesi bir zamanda her saniyenin kıymetini bilen savaşçı sinirlendi.

"Ne var be? Ne diye kıvranıyorsun?".

"Efendim, Selim Bey sağ kalamadı."

Bir keder dalgası kemiklerini titretti, en ağır darbelerle bile titrememiş Balyoz Nazım’ın. Daha dün akşam rakı masasında beraberdiler, her şeyden uzak ud ve kanun seslerine boğulmuş kaygısız bir ortamda.

Kendini toparlaması yalnızca biran sürdü.

"Öyleyse çıraklarından bulabildiklerine haber gönder. Eminim zehir bulutunun dışında kalabilmiştir birçoğu. Mısır çarşısına doğru geri çekilmeleri emredilmişti."

"Derhal Nazım Ağabey!", diye cevap verdi ve çevik adımlarla birkaç metre uzaklaşmışken geri döndü ve heybetli savaşçıya şunları söyleme cesaretini buldu kendinde.

"Güneydeki birliklere haber vermemiz gerekmez mi efendim? Nerdeyse herkes orayı savunuyor."

"Hayır İsmet. Onların başı kurtadamlarla yeterince dertte zaten."

İsmet, klan liderini başıyla onaylayarak uzaklaştı.

Kısa bir sürede cesetler ve ağır yaralılar Yeni Camiye götürülmüş ve savaşabilecek olanlar tekrar bir araya toplanmıştı. Grupların aralarında gezinen şifacılar tek tek herkesin yaralarıyla ilgileniyor ve onlara moral vermeye çalışıyorlardı. Kırktan fazla adam ve kadın vardı parkta. Farklı klanlardan olanlar farklı gruplar oluşturmuşlardı.

Kalabalık bir anda sessizleşti. Nazım sağlam kalmış bir bankın üzerine çıkmış gürlemeye hazırlanıyordu çünkü.

"İstanbullular! Hemşehrilerim! Silah arkadaşlarım!".

"Mahluk çok geçmeden dönecek. Yıkmak ve öldürmek için! Ve biz, yine burada olacağız! Tek bir adım bile gerilemeden, elimizde kalan bu son güzelliğin her taşı adına savaşmak için!"

Kalabalıktan ne bir tezahürat ne de bir mırıldanma yükseldi. Tek görünen fark yüzlerdeki kararlı ifade ve gözlere yerleşmiş vahşi parıltıydı.

Nazım çevik hareketlerle kalabalığın arasında dolaştı ve grup liderlerine taktikleri iletti. Büyücü ve şifacılar parkta yoğunlaşmış olan savaşçıların gerisinde aralıklı bir şekilde yerlerini aldılar. Savaşçılar parktaki ağaçları kendilerine siper ederek menzilli silahlarını hazır ettiler.

Dede Arif, parkın hemen gerisinde parktaki savaşçıları ve arkasında mevzilenmiş büyücü-şifacı gruplarının çoğunu etki alanına alabilecek şekilde yerini aldı. Üstat şifacı zihnini dünyevi kaygılardan uzaklaştırmış, gücünün doruğa ulaştığı zihin durumuna geçiyordu. Dişbudak ağacından asasına, "Cilveli" sine iki eliyle dayanmış durmakta olduğunu gören ise ayakta bile zor durduğunu sanabilirdi. Cilveli’yi bundan uzun zaman önce, her şifacının en az bir kez yaptığı "Arayış Gezisi"’nde bulmuştu. Gerçi o zamana kadar "Arayış Gezisi" diye bir şey bile yoktu. Tehlikeli gezisinde ıssız bir tepedeki yalnız bir dişbudak ağacından kendisine yardımcı olması için bir parçasını istemiş ama bunu alması iki hafta sürmüştü.

"İşte orada!", diye bağırdı yüksekçe bir ağacın tepesine çıkmış genç bir delikanlı. Elindeki Arzın Çocukları flamasını ileri geri sallayarak denizi işaret ediyordu.

Denize bakan gözler önce bir şey göremedi. Ardından suları yararak yükselen devasa yaratık, pullarından ay ışığının en çılgın renklerini yansıtarak ortaya çıktı.

Dev gövdesine metrelerce uzunluktaki boyunlarla bağlı üç kafasından birini Selim Bey’in yıldırım büyüsü koparmış, geride simsiyah pelteleşmiş bir et yığını bırakmıştı.

Bu defa hazırlıklıydılar. Yaratık görünür görünmez büyücüler ve şifacılar koruma büyülerini yapıp yeni büyüler için zihinlerini hazırlamaya başladılar. Savaşçılar silahlarını yaratığın kafalarına nişanlayıp bir süre daha beklemeye devam ettiler.

Çığlıklar atarak yaklaşan kafaları taşıyan gövde yeri sarsarak karaya çıkmış, ağır ama ölümcül adımlarla dosdoğru parka ilerliyordu.

Önce ağır arbaletlerin saldığı zıpkınlar yaratığı vurdu.

"Yeniden doğacak güneş için!" deyip ileri atıldı Lodos’un sancağını tutmakta olan bir kadın ve hemen ardından bir düzine kadar yalınkılıç savaşçı rüzgar gibi koştular yaratığa doğru.

Adı Feriye idi. Yaşı otuza varmamış alımlı bir kadındı. At kuyruğu şeklinde topladığı siyah saçlarından bir perçem rüzgarda salınarak yüzünde dans ediyordu elindeki sancak gibi. Lodos'a gireli sekiz yıl olmuştu. Kardeşinin cinlerce parçalanmış cesedini gördüğü gün anlamıştı ne yapması gerektiğini.

Yaratığın iki kafası da bu grubun üzerine asit ve alev kusmak üzereydi ki, her yandan gelen büyü saldırılarıyla sersemledi. Cazırdayan yıldırımlar, parlayan ateş topları ve kristalleşen buz küreleri mehtaplı gökyüzünü türlü renklere buladılar.

Yine de iki kafa, bedenine darbeler indirmeye başlamış olan savaşçı grubundan ilgisini alamadı. Arkasından dolanmış Arzın Çocukları’ndan bir grup daha olması ise iki kafanın ilgisini tekrar dağıtıp son anda farklı hedeflere yönelmesini sağladı.

Arkasındaki gruba cehennem sıcaklığındaki nefesini püskürttü. Çakır Sami’nin yönettiği bu grup klan binasını korumak üzere geride bırakılmıştı o gece. Başlarına gelecek korkunç felaketten habersiz dinlenmekteydiler, Yeni Cami’den yapılan yardım çağrısını duyana dek.

Yaratığın önündekilerin ise başlarından aşağı en sağlam çeliği bile eritecek bir asit yağıyordu. Koruma büyüleri her iki grubu da sadece bir dereceye kadar koruyabiliyordu. Acı dolu feryatlar gökyüzüne yükselirken yaratığın bedenine inen darbeler yine de kesilmedi. Kalın pullu gövdesinde yer yer kesikler oluşmuş ve bunlardan yapışkan sarımsı bir sıvı sızmaya başlamıştı. Büyücülerin ve şifacıların büyüleri kafaları hedeflemeye devam ediyordu.

Savaşçıların güçlerinin kırılmakta olduğunu gören Üstat Şifacı biraz ilerledi. İki elini de toprağa koyup büyüsünü yaptı. Büyünün ilerlediği toprakta yer yer çiçekler açtı. Bithap düşmüş savaşçılara ulaştığında ise hepsi yaralarının hızla kapandığını, acılarının azaldığını görüp umutlandılar ve daha bir hırsla vurdular dev gövdeye. Şimdi yaratığın öfkeli feryatları acı dolu çığlıklara dönüşmüştü. Vahşice savurduğu yedi metrelik kuyruğu dört adamın kemiklerini kırıp sağa sola fırlattı. Bedeni o koca cüsseden hiç beklenmeyecek kadar çevik hareketlerle sağa sola gitti ve birçok adam ve kadın ağır gövdenin altında ezilerek can verdi.

Yaratığın tam karşısında durmuş savaşmakta olan Nazım bu manzarayla çılgına döndü. Kan tüm bedeninde daha hızlı hareket ediyor ve adeta damarlarında fokur fokur kaynıyordu. Yanında duran adamlarından birisi yüzünün aldığı şekli görünce elinde olmadan korkup başını çevirdi. Bir kaplan gibi kükreyen Nazım, balyozunu iki eliyle sıkıca kavrayıp yaratığın ayaklarından birine indirdi. Darbe, koca ayağı hiç beklenmeyecek bir şekilde paramparça etti ve yaratığın hafifçe yana kaykılmasına sebep oldu.

Yaratık, ardı arkası kesilmeyen darbeler yemeye devam ediyor ama vazgeçmiyordu. Kafalar hızla kalabalığa dalıyor, birkaç kişiyi kapıp havaya kaldırıyor ve çevik hareketlerle silkindikten sonra kopmuş beden parçalarını sağa sola saçıyordu. Yaratığın yalpaladığını gören Feriye palasıyla tendonlarında temiz kesikler açıyor silah arkadaşları ise gövdeyi dövmeye devam ediyordu. Sami ise tonlarca ağırlıktaki ölümcül kuyrukla o kadar meşguldü ki yoldaşlarının cesetlerini dahi fark etmeden oradan oraya koşturuyor ve kuyrukta derin çizgiler bırakıyordu.

Nazım, kendine geldiğinde balyozunu göğe kaldırıp haykırdı: "Vur deyince!"

Bir anlık bir durgunluk hakim oldu savaş alanına. Yaratık tüm dikkatini kendisini bu denli hırpalayan kişiye Nazım’a vermiş gibiydi.

"Vur!" diye geldi Nazım’ın sesi, balyozunu indirmeye başlarken.

Bu komutla birlikte diğer savaşçılarla birlik olmaya alışmış onlarca büyücü, şifacı ve bir o kadar da savaşçı neredeyse aynı anda darbelerini indirdiler yaratığa.

Ansızın gelen bu şok edici saldırı yaratığı sersemletmiş ve gerilemesine sebep olmuştu.

"Durmayın!" , diye haykırmaya devam etti Balyoz.

Herkes biliyordu ki bu o andı. Yaratık ya o an alt edilecek ya da bu savaş sonsuza kadar kaybedilecekti.

Zihinler ve kollar tüm enerjilerini çılgınca boşaltmaya devam ettiler devasa bedene. afer o gün insanlarındı. Yaratık denize döndü ve dosdoğru geldiği yöne doğru uzaklaştı.




Kaynak: Resmi siteden alıntıdır.




 
Geri
Üst